2 OCAK 2015
İyi Günler,
Öğrendiğime göre
, Sayın Doğu Perinçek Ocak 2015 ‘de,
İsviçre'de devam eden Ermeni meselesi
ile ilgili olarak mahkemeye katılacaktır. Bu konu,beni hak kavramı yönünden
ilgilendirdiği gibi, 2000 yılındaki ilk yazımın konusudur aynı zamanda. Bu
yazıyı o zaman için, başta ABD Temsilciler Meclisine ve Türkiye’deki resmi
kurumlara gönderdim. Aradan geçen bu kadar süre içinde (acemi olmakla birlikte)
o zaman için yazdıklarımın halen geçerli olduğunu görüyorum. Sayın Perinçek’in
girişimini canı gönülden destekliyor ve başarılı olmasını diliyorum. Sayın Perinçek kesinlikle bu konu hakkında en
üst derecede donanımlıdır. Bu sebeple, dikkate alınmasını istediğim
görüşlerimin halkın görüş ve duyguları olarak kabul edilmesini arzu ederim.
Ermeni
Meselesine ait görüşlerim: Bu konu
gündemde olduğu müddetçe, devlet adamları tarafından öne sürülen tez, konunun
tarihçilere bırakılmasıdır. Halbuki, ortada herkesin kabul ettiği bir olgu ve hak iddiasında bulunan bir kesim var.
Yani, hukuksal açıdan, vicdanen ve aynı zamanda,salt gerçek açısından bakılması gereken bir sorun var. Başta
partlementolar olmak üzere tarihçilerin
böyle komplike bir konuda
kesin yargıda bulunmaları zaten bir
hukuksuzluktur. Tarihçilerin görevi, olaylara ait belge temin etmektir.
Parlementolar açısından ise vicdanen bir karar verilebilmesi mümkün olsa bile,
böyle bir kararın,adelet kavramına aykırı olmaması gerekir. Ancak belgeler ne
kadar gerçek olursa olsun bütünlüğe varan bir gerçeği yansıtmayacağı gibi,
tersine yorumlara da varmaya sebep olabilir.
Uluslararası antlaşmalar başta olmak üzere, bir çok resmi belge buz dağı
gibidirler, asıl kütle görünmeyen dedir. Onun için gizli amaçları başta
anlayamasak bile, tesir ettiği olaylara ve nihai sonuçlara bakarak
değerlendirme yapıldığında, gerçek
amaçları ortaya koyabiliriz. Ben de bu yönden bakmaya çalışarak bir yargıya
varmaya çalışıyorum.
Yargıya
varırken, çekim etkisinde kaldığım değerler şunlardır ; İnsani değerler, Türkçülük,
Atatürkçülük. İnsani değerlerin ne olduğu
,uyulmasa bile kanunlarla belirlenmiş olmasının yanında, bilinçli insanların
vicdanlarında anlaşılır ve ifade edilebilir durumdadır. Benim Türkçülük
kavramım ırk anlamında değildir(Ülke olarak, var olan sınırlar içinde bir
kişilik anlayışı). Atatürkçülük kavramım ise yine emperyalist dayatmanın
dışında bir anlayışı ifade eder. Her iki anlayışı da internet sitesinde ‘’Atatürkçülük Nasıl Anlaşılmalıdır’’
açıklamaya çalıştım. Bu konu hakkında , bilinen ve benim bildiğim bilgiler
çerçevesinde, özet olarak kesin yargılarım
aşağıdadır.
1. Zaman, Birinci
Dünya savaşı; Bildiğimiz ve ortaya konulan bilgilere göre; olabildiğince basit
bir şekilde ve menfaatlerimize aykırı bir savaşa katılma zorunda kaldık.
Katılmaya karar verenlerin yanlışlıkları veya diğer işbirlikçilerin amaçlarına
rağmen, donanımsız savaşan Anodulu askerleri vatanı koruma anlayışı açısından tam bir samimiyet
içindeydiler(Atatürkler). Kendilerine verilen görev dolayısıyla , mevcut
sınırlar dahilinde ,TÜM TOPLUMLAR İÇİN SAVAŞIYORLARDI (etnik ve dinsel). Savaş
sırasında düşmanla işbirliği yapan ve bunu daha ileriye götürerek, KENDİLERİNİ
KORUYANLARI vuran ermeni isyancılar, gerçekte Ermeni amaçları doğrultusunda mı
hareket etmişlerdi? Sonuçta, gerek savaş sırasında veya daha sonraki süreç
içinde Emeryalizm ile işbirliği yapanlar ya da işgal kuvvetleri geldiğinde
onları BAYRAKLARLA KARŞILIYANLAR ,Türkiyeyi terk etmek zorunda kalmışlardır
2. Gereklilik ve
hukuksal açıdan bakıldığında, yapılan tehcir doğru bir karardır. Ancak böyle
bir kararı, Osmanlı Devletinin kendi başına alabilme kudreti yanında, uygulama
kabiliyetini varsayım olarak mümkün görmüyorum. Bu, amaçlar çerçevesinde,
sorgulanması gereken bir durumdur.
3. İlke olarak Adalet öne sürülüyorsa; Zaman, Bilinç ,Mekan kavramı
içerisinde, 1915 yılından önce ve sonra yapılan her türlü insanlık dışı
olayları bu günkü bilinçlilik yapısı ve hukuk sistemi ile yakın zamandan
başlayarak sorguluyalım. Ve soralım, mademki bu günkü bilinçlilikle geçmişi
sorguluyorsunuz ve kararlar alıyorsunuz! Kırım, Cezayir, halen yaşadığımız
Filistin ,Irak ,Libya ve Suriye de olanların gerçek sorumluları kimlerdir?
Türkiye karşıtı karar alanlar niçin insanlık dışı olaylar aleyhine bir karar
almadıkları gibi bilhassa destek olmaktadırlar.
SORUMLULAR VE SIRALAMA
Benim anlayışıma göre; Birinci Dünya Savaşının
temelinde iki ana tema vardır. Birincisi
dinsel, ikincisi ise ekonomik ihtiyaçlardır. Üçüncü olarak Çarlık Rusyası’nı
gösterebilmek mümkün olmakla beraber Rusya bu iki ana temadan sadece birisiyle ortak haraket etmek
durumundadır
DİNSEL OLARAK
Siyonizm
: Siyonizmin amacı ve her güç içindeki kudreti bellidir. Siyonizmin vaad
edilmiş topraklar çerçevesinde amacını gerçekleştirmeye dair yeterli belge
mevcut olup, somut ve kurumsallığı
olmayan bu anlayış için ancak kanaatle yargıya varılabilir.
Vatikan : Katolik
mezhebinin temsilcisi Vatikan dır. Ortaya konulan imaj olarak,Vatikan her zaman
için Hristiyanlığın temsilcisi gibi
davranmıştır. Dinsel bir kurumun, çıkış noktası ve merkezi vardır. Bu merkez
aynı zamanda kutsaldır. Dolayısıyla, Kudüs iki farklı dinin(Üç) birinci derece
kutsalı olup ulaşılması gereken bir hedeftir.
Savaş öncesi Osmanlı idaresinde olan bu bölge dolayısıyla hedefin de
Osmanlı Devletinin olacağı açıktır.
EKONOMİK OLARAK
Bu gün rezerv ve üretim olarak hesaplama yapılsa, Dünya petrol
kaynaklarının %50 sinden fazlası, Birinci Dünya Savaşı öncesinde, yine Kudüs
gibi Osmanlı Devleti hakimiyetinde idi. Osmanlı aynı zaman ekonomik bir
hedefti. Ekonomik hedef, ihtiyacı olanları harekete geçirecek bir amaç olmakla beraber, dinsel amaç
çerçevesinde, emperyalistlere sunulan
bir havuç dur. Amaçları çerçevesinde her yol mubahtır anlayışı içinde hareket
eden güçler, Osmanlı deyimi ile Düvel-i Muazzama kimlerdi?
İngiltere : O tarih için dünyanın bir numaralı gücü idi. Sanayi devriminin en ileri
noktasında olup, petrol bölgelerine sahip olma amacı içinde ve aynı zamanda
bölgede kurumsal olarak en etkili aktör. Kendi amaçları çerçevesinde Ermenileri
en üst derecede kullanmıştır.
Almanya : Birinci Dünya Savaşı öncesi bilim ve sanayi olarak
İngiltere'nin önüne geçmiştir.
Sömürgeleşme sürecinden yeteri kadar pay alamamıştır.Ekonomik gelişimi
sebebi ile petrole ihtiyaç hisseden ve bu amaçla savaşı başlatan güç. Savaş
sırasında, bilhassa Osmanlı Ordusu içindeki yönetimleri ve devlet erkanı
içindeki muhipleri sebebi ile tehcir kararının alınmasında ve
yönlendirmesindeki rolü ve menfaati ortaya konulmalıdır.
Amerika : Dünya sahnesine yeni açılmaya başlayan ve Birinci
Dünya Savaşı sonrası ilk sıraya geçecek güç. Ancak iyi analiz edildiğinde hem
Siyonizm hem de Vatikan amaçları çerçevesinde hareket ettiği görülür.
Sorumluluğu, Anadolu topraklarında misyonerlik okulları açarak gelecekteki
Ermeni hareketinin tohumlarını bilinçli
bir şekilde ekmiş olması ve geleceği
planlamasıdır. Fransa :
Ortadoğu da var olmak istemesine rağmen diğer güçlere göre oldukça zayıf kalan
bir güçtür. Ermenileri, bire bir kendi amaçları çerçevesinde kullanmış,
müslüman ve ermenileri birbirine kırdırmadan sorumludur.
Rusya : Çarlık Rusya'sının asıl amacı sıcak denizler inme isteğidir.
Doğu Anadoluda kurulacak bir Ermenistan vasıtası ile veya Ortodoksluğun hamisi
sıfatı ile Boğazlardan serbest bir geçiş hakkı elde edebilmek için hem
Ortodoksluğu hem de Ermenileri birinci dereceden kullanmıştır.
Belgelerin,
aynen buz dağı gibi olduğunu ve asıl düşünce ve amaçların görünmeyende olduğuna
dair bir yargıda bulundum. Dolayısıyla bir şeyi anlamak için mantıklılık
ilkesini kullanmamız gerekiyor. Yani olabildiğince çok bilgi arasında ilişki ve nedensellik aramaya ve yorum yaparak
yargıya varmak gerekir. Şimdi ben düşünüyorum; O zamanki ilkellik içinde 1.5
milyon civarında insanı, mallarını bırakarak, doğdukları yerleri terk
etmeye o kadar kısa bir süre içinde
kimler nasıl ikna edebildi! Geçmişe dönüyoruz! Amerika misyonerlik okulları
açarak hangi amaçla kimleri yetiştirdi diye sormamız gerekir. O halde bu kadar
kapsamlı bir yer değiştirmeyi gerçekleştirmek için yeteri kadar kanaat önderi
olması gerekir. Amerika tarafından açılan okullarda yetişen kanaat önderleri ,
Ermeni Kiliseleri ile Taşnak ve Hınçak partileri, halkı isyana teşvik ettikleri
gibi tehcir olayında da öncülük yapmışlardır. Bunlar değil miydi, bağımsızlık
için Osmanlı Devletine başkaldıran ve savaş esnasında kendilerini koruyan
Mehmetçikleri arkadan vuran. Ne için yaptılar
bunları? Madem ki topraklarını bu kadar kolay terke edeceklerdi?! Bunları kullanan güçleri yukarıda açıkladım.
Dolayısıyla, ancak kanaat önderleri sayesinde
olabilecek böyle bir kapsamlı işlemde, emperyalizm yine zavallı Ermeni
halkının belki de en güvendiği kesimleri kullanmıştır. Kullanılan bu kanaat önderleri, sonradan Dünyanın bir çok yerinde Ermeni
halkının kanından ve canından sağladıkları zenginlik sayesinde iyi
yaşamışlardır. Yine bu zenginliklerinin nereden geldiğinin bilincinde olmalarına
rağmen halen yüzsüz bir şekilde aynı
güçlerin aleti olmaya devam etmektedirler.
Asıl tarihsel
rekabet dinsel motiflerdir. Belki iyi irdenilirse ve yorum yapılırsa tekil bir
yapı da ortaya çıkarılabilir! Fakat biz net görünene göre bir yargıya varmaya
çalışırsak , Siyonizm (Yahudilik) ve Vatikan (Hristiyanlık) ortaya çıkmaktadır.
Düvel-i Muazzam olarak adlandırılan ülkeler, yukarıda belittiğim gibi
kendilerine havuç(petrol) sunulan ülkelerdir. Sonuç olarak iki dinsel grubun
Kudüs planı çerçevesinde, Osmanlı Devleti yıkılmaya mahkumdu. Fakat Rusya diğer
güçlerden daha bağımsız şekilde ve kontrol dışı hareket etmiştir. Bu kontrol
dışılık, devrim yapılarak pasifize edilmiştir. İki dinsel güç arasındaki
rekebet daha ileriki bir tarihe
aktarılmıştır. Dolayısıyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti, en azından ikili
veya üçlü bir uzlaşmanın sonucudur.
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren her iki gücün temsilcileri, Türk yönetimi ve
siyaseti içinde birbirini devamlı
kontrol etmiş ve dengeleme yapılmaya çalışılmıştır. Siyaset,Ordu,Hukuk yolu ile
yapılan kontrol yolu, halen canlı olarak yaşadığımız olgulardır. İkinci Dünya
Savaşına katılmayışımız da bu uzlaşma mantığı içinde değerlendirilebilir. Bu
güçlerin, Türkiye’de amaçları çerçevesinde
etkin olarak kullandıkları argümanlar,
amaç ve kimliklerini gizleyen Türk vatandaşlarıdır. Türkiye’nin aralarında
tampon olmasında mutabakata varmışlardır. Ancak Türkiye’nin de Rusya gibi
bağımsız davranmaya çalışması durumun da Ermeni ve Kürt güçlerin yanına
Yunanistan eklenmeye her zaman hazırdır.
Yakın zamanda,
yeni değişen durumu göz önüne almak gerekir. Ukrayna ve Kırım dolayısıyla
Rusya’ya yaptırımlar uygulanmaktadır. SSCB dağıldıktan sonra Rusyanın Türkiye
ile sınır ilişkisi kalmamıştır.
Bilindiği gibi, Gürcüstan Avrupa
tarafına geçmiştir. Şurası kesindir ki
Rusya yaptırımlar sonrası ekonomik ve siyasi olarak güçsüzleşecektir.
Dolayısıyla bir ölçüde kontrol altında tutabildiği Ermenistan da büyük
ihtimalle, Batı kontrolüne girecektir. Bu durumda Vatikan, Siyonizm karşısında
üstün duruma geçecektir. Üçüncü güç olan Rusya, artık oyun dışı kaldığı için
dengeler bozulacaktır (Putin'in ziyareti bu kapsam içinde değerlendirilebilir).
Veya değişik bir varsayımla, Rusya, oyundan çekilmeden önce değişik bir
ittifaka girer mi? Böyle bir durumda
rekabet keskinleşecektir. Bu rekabeti Kürt hareketinin yapısında görebiliriz.
Bilgileri iyi analiz ettiğimizde, PKK nın kuruluşunun temelinde ,
Vatikan(batı)ve Rusya’nın bir ortaklığı olduğu yargısına varabiliriz. PKK özü
itibari ile Marksist bir yapıdır. Dolayısıyla,
Rusyanın idealleri ve ideolojisiyle bir yakın ilişki herhalde normal
gazete okuycuları için bile aşikardır. Ermeni saldırılarının (1984)bitmesine
müteakip ara vermeden PKK' nın ortaya sürülmesi ise Vatikan’ın ( Batı ve kullandığı Ortodoksların)
net parmak izidir. 1999 Yılında PKK liderinin Suriyeden çıkması sonrası, sığındığı ülkeleri izlersek ; Hem Rusya’nın
oyun dışı kaldığını hem de PKK’nın kuruluşunun arka planını görebiliriz. Suriye,
Rusya ile yakın ilişki içindeydi ve PKK lideri orada, rahatlıkla barınıyordu.
Terk mecburiyetinde kalması sonucu ilk gittiği yer Rusya oldu. Daha sonra
İtalyaya’ya sığındı(Vatikan). Sonunda Yunanistan elçiliğinde yakalanarak
(İsrail tarafından) Türkiye’ye teslim edildi.
Bir satranç oyunu gibi. Görüldüğü gibi bileşke menfaatler açıkça ortaya
konulmuş, PKK ile ilişkili olan güçler siyonizm tarafından açıkça teşhir
edilmiştir. Peki Siyonizmin temsilcisi İsrail niçin böyle bir hamle yaptı?
Cumhuriyetin nasıl
kurulduğu hakkında yorum yaptım. İki dinsel grubun Türkiyede her daim bir
rekabet içinde olduğunu belirttim. Bu durum siyaset yapısında her zaman kendini göstermiştir. Siyonizm
açısından, Türkiye bir set olma görevini yerine getirmeli ve bu amacın dışına
taşmamalı. Vatikan açısından ise Kudüse giden yolu kolaylaştırmalı fakat kendi
amacına sahip olmamalı. Avrupa Birliğine giriş, Diyalog kurmalar bu çerçevede
değerlendirilmelidir. Her iki gücün ortak anlayışı açısından, Türk kimliği
kesinlikle yansıtılmamalı, hedefi olmamalı ve kişiliksiz olmalıdır. İşte
eleştirdiğim Atatürkçülük burada kendini gösteriyor.Halbuki Atatürkçülük,
kelime anlamı ile evvel emeği kabul etmeyi gerektirir. Bireysel olarak, geçmiş
aile silsilesini,ülke olarak da şehitlere sahip olmayı gerektirir. Yani
Türkiye’nin her türlü tarihini ve değerlerini Atatürk’e bağlayarak, anlamını
bozarak geçmişten hak iddia edilmemesini sağlamışlardır. Önce putlaştır ve
sonra yık. Dinsel ve etnik anlamda M. Kemal Atatürk için yapılan değerlendirmeler
ortadadır. Gereksiz yüceltmeleri değerlendirdiğimde , Atatürk’ün öldürüldüğü
hakkındaki söylemlere ben de inanıyorum.
Siyaset
tarihimiz hep aşırı çekişme içinde geçmiştir. Atatürk – İnönü , İnönü – Bayar ,
Ecevit – Demirel , Birbirlerine yakın olmalarına rağmen sonradan düşman olan
Demirel – Özal. Yılların çekişmesi
içindeki esas amaç, bu iki güç ekseninde yönetimi ele geçirerek kadrolaşmaktır.
Yani hiç bir zaman Türkiye’nin kalkınması, bilhassa Türk insanının gelişmesi
esas amaç olmamıştır(M.K Atatürk zamanı hariç). 2000 Yılından sonra Erdoğan’ın
başa geçerek dört seçim üst üste seçim kazanması, yeni çekişme ve tertiplere
sebep olmuştur. Siyaseten karşıtlık başarılı olmayınca kaleye içten
girilmiştir. Cemaat yapısı kullanılmıştır.
Şimdi ,özel
bir araştırma yapmadan kendi yaşamımdan görgü ve bilgilere göre olguları ve
olayları değerlendirmem tarihsel sırasına göre şöyledir ; 27 Mayıs 1960 bir
taraf darbe yapıyor üç siyasetçi asılıyor. CEVAP. 12 Mart 1971 darbesi ve karşıt gruptan üç gencin asılmasıyla
veriliyor. Karşıt gruptan CEVAP ise,
1973 yılında Amerika da Dışişleri mensubu
diplomatımıza, bir ermeni tarafından yapılan suikast. Bu Dışişleri
mensuplarına karşı on yıl boyunca sürdürülmüştür. CEVAP; 12 Eylül 1980
darbesi, Türkiye’ye ve Kürtlere karşı
yapılan haksızlıklar (bilinçli olarak yapılmıştır). Buna karşın CEVAP; PKK’nın kuruluşu ve ilk eylemini 1984 yılında
yapması. PKK nın Devlete karşı başkaldırısında, bazıları katliam olmak üzere
ölü sayısında benzerlikler vardır. PKK nın güçlenerek yola devam etmesine
karşın, 1991 yılında Irak’a ABD müdahalesi ve Yahudi asıllı olduğu söylenen
Barzani aşireti tarafından Kürt özerklik bölgesi kurulması. Tabii ki iki güç
burada da çatışmıştır. Barzani- Talabani aracılığıyla. Bu çatışma, Türkiye’nin
arabulucuğuyla sonlandırılmıştır. İki gücün çatışması Kürtler üzerinden devam
ederken;Türkiye’nin iç siyasetin de planlar yapılmaya devam ediyordu. Uzun
yıllar önce planlanmış ve Türkiye içerisindeki örgütlenmede başarılı olmuş
Cemaatin lideri 1998 Yılında, Müslümanlık adına Papa’ya ziyarette bulunmuştur.
Ve Papa’ya dinler arası diyologun bir
parçası olmak için hizmetini sunmaya
hazır olduğunu beyan etmiştir. Halbuki Vatikan’ın amacı elbette barış değildir.
Diyalogtaki amaç kendilerine tabii olunmasıdır.
Dolayısıyla, tamamen Kuran’a dayanması gereken Cemaat lideri, Kitap’ın çok
önemli ayetleri olan 61/9 ve 112 yi göz önüne almamıştır. Amacım, bu diyologu
eleştirmekten çok aradaki rekabet nedeniyle yapılanları ortaya koymaktır. 1998
yılında ki bu işbirliği girişimine karşı
siyonizm, PKK liderini Türkiye’ye teslim ederek cevap vermiştir(1999). Son
olarak en yakın zaman diliminde, dikkatli izleyenler için çekişmenin net olarak
dışa vurumunu görebiliriz. Papa Türkiye’ye geldi. Gelmesine sebeb, ortodokslarla
uzlaşma. Giderken verdiği demeç ‘’Suriye’nin,
Irak’ın Hrıstiyansızlaştırılmasına müsaade etmeyiz’’ . İsrail’den,cevap
gecikmemiştir. Başbakanları tarafından verilen demeç ise ‘’Kudüs ebediyen
bizimdir’’. Ayrıca Trabzon ve Malatya misyoner cinayetleri, İSİD gibi oluşumlara bu mantıkla bakılırsa bir
anlam verilebilir.
Özet yaparsak;
Hareketin temelin de dinsellik vardır. Hristiyanlık ve Yahudilik çekişmesi .
Her iki güç de, Türkiyede etnik ve dinsel kimliklerini gizleyen Türk
vatandaşlarını kullanmaktadır.PKK oluşumu karşısında yeni sınırlar
çizilmektedir. Siyonizm, Vatikan karşısında tampon bölgeyi aşağıya yani Kudüse
doğru daraltmak mecburiyetinde kalmıştır. Gösterdiği yeni koz Azerbeycan-
Ermenistan çatışmasıdır.
Ben kendimi,
Türk ve Müslüman olarak görüyor ve kabul ediyorum. Ülke olarak isim Türkiye,
dil Türkçe, geçmişe dayandırılan tarih Türkler’le ilgili fakat tasarruf yapma
yetkisi bizde değil. Yukarıda
belirttiğim görüşler doğrultusunda çekişen iki gücün arasında kalan Türkiye’nin
bu çatışma içinde herhangi bir etkinliği yok. Peki benim görüşümü kim temsil
edecek? Çünkü neredeyse Türküm demek suç
olacak. İktidar veya muhalefetteki parti liderlerinin, Türklük dışında her
türlü dinsel ve etnik farklılıkta uzlaştıkları görülüyor. Kullanılan sembol
ifadeler ise Türkiye’nin Batı ile Doğu arasında kapı veya köprü olduğudur. Yani
bas geç, ya da aç, gir- çık ,kapa. Bu söylemler kişiliksizlik davranışlarıdır.
NE YAPILMALIDIR : Bu yazdıklarım bana göre doğrulardır.
Kimseye akıl öğretme anlayışında değilim
düşünce ve duygularımı öne sürerken mantığı öne sürüyorum. Görüş
bildirirken çekim etkisinde kaldığım kavramları açıkladım(görünürlük) . İnsani
değerlere öncelik tanıdım. İnsanlığın bilgi düzeyi arttıkça, bilinçlilik düzeyi
de artmaktadır. Dolayısıyla değer yargıları da gelişmekte ve derinleşmektedir.
Konu temel olarak dinseldir. Fakat, Müslümanlar sadece argüman olarak,
kullanılmaktadır.Konu dinsel olunca ben de Müslümanlık terimleri kullanarak
görüş bildireyim. Yukarıda iki ayet belirttim. Bu ayetlere göre diğer dinlerin
güdümünde olmamız düşünülemez. Ayrıca Kuran’a göre, CİN kavramını öne çıkarmak
gerekiyor (öne çıkanların, bir gücün tabiiyetinde olmasına rağmen, kendisini
gizlemesi). Maalesef Türkiye’de olan
budur. Cinleri en bol ülkeyiz herhalde.
Tüm olaylar bu iki
gücün çatışmasına dayanmaktadır. Güçlerden birisini Vatikan olarak belirtmeme
rağmen, çatışma İsa’dan çok önceleri de vardı. Amaç, Kudüs'e varmak
olup,tarihsel verileri çoktur. Vatikan için, Ermeni tehcirinde varılmak istenen
amaç ,Hristiyan nüfusu, Suriye tarafına göç ettirerek Kudüs'e doğru fiziki bir
nüfus oluşturma amacı taşıdığına inanıyorum. Siyonizm ise Kürt aşiretleri
kullanarak, Ermenileri cezalandırmış,
Avrupa ve Amerikaya göç etmeye mecbur bırakmıştır. Yani her iki güçte
tam olarak teamüden sorumludur. Amaçlar
anlaşıldığında olayları anlamakta kolaylaşır. Düşünce biçimim şudur; Kafamdan
bir şablon uydurup, olayları ona göre şekillendirmiyorum. Gazetelerin hafta
sonları verdikleri eklerde, noktaları birleştir ve resmi bul tarzında
değerlendirme yapıyorum. Olayları birleştirmem sonucunda benim gördüğüm RESİM
budur.
Sayın Perinçek,
yakın zamanda mahkemeye çıkacaktır. Bireysel gibi görünmesine rağmen aynı
zamanda, Türk Milletini temsil edecektir. Ermeni tarafının müdahili
diaspora,medyatik bir avukat bularak konuyu Dünya gündemine taşıyacağı belli
olmuştur. Zannederim, soykırım sorunu ilk defa gerçek bir şekilde hukuk alanına
taşınmıştır. 2008 yılında dava konusu olan olay, AİHM tarafından,Türk tarafının
tezine uygun bir şekilde Mahkemeye iade edilmiştir. Fakat Mahkeme zamansal açıdan 100. Yıla denk getirilmiş ve
2015 yılında görülecektir. Büyük ihtimalle 24 Nisan öncesi veya o tarihte bir
karar alınmış olacaktır. Belirttiğim bu iki güç, Amerika ve Türkiye’de yönetim
açısından kıyasıya bir rekabet içindedirler. İsviçre ise, iki gücün tek
uzlaştıkları alandır. ONUN İÇİN ÇEKİNCELERİMİ BİLDİRiYORUM. Bu iki gücün
uzlaşması sonucu hiç bir hukuki ve mantıki gerekçe olmaksızın olay, Türkler
üzerine yıkılarak konu sonuca bağlanabilir. Buna ait izler şimdiden kendini
belli etmektedir.Dersim olayı ile ilgili iç tartışmalarda, İktidar ve
muhalefetin söylemlerindeki benzerlik ve uyumluluktan sezinlenebilir.
Yazımın başında
Ermeni tasarısı ile ilgilenmem dolayısıyla 2000 yılında yazdığım bir yazıdan
bahsettim. Bu yazıda şöyle bir görüş bildirdim,
Zaman grafiğini daralttığımız takdirde;
Dün tarih sonuçlarına göre değerlendirilirdi. (İlkel yağma
ekonomisi zamanı) Bugün
sebeplerine göre değerlendiriliyor. (
Bilinçliliğin gelişmesi neticesinde amaca sebep uydurma fakat esas olarak kendi
gücünü kullanma)
Ama yarın geçmişteki amaçlar göz önüne alınarak değerlendirilecektir. (
Kendi amaçlarını, başkalarının amacına yükleyerek, kendi gücünü kullanmadan
başka güçleri kullanma becerisi)
Aradan 14 yıl geçti . Bilinçliliğimiz, teknolojik gelişmeler göz önüne
alındığında, o tarihteki zamana göre yarını yaşadığımızı çok açık gösteriyor.
Ve şu satırları ekledim.
Meclisiniz’den(ABD) geçirmek istediğiniz bu tasarı İHANETİN YASALLAŞMIŞ
bir belgesi olacaktır.
Türk tarafı
bildiğim süre içinde hep suskunluk ve savunma içinde kalmıştır. Bunu şöyle
yorumluyorum. Yukarıda bahsettiğim görüşler doğrultusunda, Türkiye’yi Türk
zihniyetinin yönetmediği! Şimdi bahse konu dava sebebi ile adalet açısından
tarihi bir dönüm
noktasındayız.Ermenilerin baş kaldırmasında ve tehcir işleminde, birinci
derecede emperyalist güçler
kullanılmıştır. Bu gün diaspora diye adlandırdığımız Ermeniler ile önceden
bahsettiğim Ermeni kurumsal yapıları ise tetikçi olarak kullanılmıştır. Olayı
Türklerin üzerine yıkma çabaları çok açıktır. Olay sadece tehcir kapsamında
tutulmak istenmekte, öncesi tartışma dışında tutulmak istenmektedir. Türk
yönetimleri ve medyası buna uymuştur. Savunmada kalınarak, Ermeni tarafıda
dahil olmak üzere iki taraf da ölüm sayısı üzerinden pazarlığa girişmiştir.
Halbuki hukukun gerçekleşmesi için olayın evveli ve anlık durumdaki Nefsii Müdafa kavramı, kimse tarafından öne
sürülmüyor. Olayların en yüksek seviyeye ulaşma tarihleri, Çanakkale Savaşı ile
zaten uyuşmaktadır. Bunun yanında daha bir çok cephede savaş durumu vardı.
Tartışma da esas olarak gündemde tutulması gereken argüman ise bir İHANETİN VARLIĞIDIR. Çünkü ihanet kavramı
İnsanlık tarihinin, en başından beri var olan ve anlaşılan bir kavramdır.
Anlaşılan ve kabul edilmeyip cezasız bırakılmayan bir olgudur. Çünkü Ermeni
çetelerin ve onlarla hareket eden halkın, saldırıp öldürdükleri Osmanlı
Askerleri aynı zamanda onları koruyordu.
Tarih ders alma
bilimidir derler. Şair ise hiç ders alınsaydı tekerrür eder mi diye sorar.
Yaşadığımız şu anda, tarihin tekerrür
ettiği gerçeğini, Kürtler üzerinde yavaş çekim olarak hep beraber yaşıyoruz. Kürtlerin üzerine yüklenmiş amaçlar, gerçekleşme yolunda gibi gözüküyor.
Ermeniler’de öyle bir zanna kapılmışlardı. Ortadoğudaki Araplar’da kendi
amaçları çerçevesinde Osmanlı’ya başkaldırırken esas amacı olanlar için sebep
olarak kullanılmışlardır. Her iki Dünya Savaşı sırasında, haris duygularla
hareket eden emperyalist devletler başta
kendi halkları olmak üzere bir çok can kaybına sebep olmuşlardır. Ben
inanıyorum ki, zamanında vatan kavramı anlayışı ile savaşan Osmanlı
Askerlerinin samimi duyguları, korumak istediği yerlerde AURORA gibi kalmıştır. Başkalarının amacı içinde hareket
eden, İhanet eden veya ses çıkarmayan halklar bir şekilde cezalandırılmaktadır.
Ben, samimi
duygularla ölen Askerlerimizin KAN EMEĞİNİN savunucusuyum. Yani ATATÜRKLERİN ve
onları doğuran ANATÜRKLERİN. Ben, ATATÜRKÇÜYÜM.
Bu duygu,düşünce ve fikirlerle,
İSVİÇRE’deki DAVAYA BEN DE MÜDAHİLİM. Bu yazıda belirttiğim görüşlerimin
Mahkemede seslendirilmesini Arz Ederim.
Saygılarımla
F.Cem
ALPER